Günay GÜNER
Benim Köylerim
Cesare Pavese’nin yaşamını da sanatını da kendime çok yakın bulurum. Hele de şiirlerini, güncesini… “Senin Köylerin”se çok farklı bir yapıttır. Kırsal yaşamı konu eder ama alışıldık yapıda değildir. Getirdiği yeni dilden olmalı, İtalyan yeni gerçekçilik akımını başlatanlardan sayılır. Bana en çarpıcı gelen yanı “Senin Köylerin”in; anlatılan korkunç, anlatılan acı olaya karşın öfkeyi, huzursuzluğu, tepkiyi okura bırakmasıdır. İçe dönük, özlemle dolu, beklentilerine hemen hiç ulaşamamış, yalnız bir kişi olan Pavese, “benim köylerim”i düşünmeye yöneltti beni. Ona bir nazire olmayacak, çünkü söylediğim gibi “Senin Köylerin” nazire yapılabilecek bir metin değil. Yalnızca yapıtın adıdır çağrışım yaratan…
Türkülerle, Anılarla Yaşanan Köyler
Eteklerinde büyük bir akarsuyun dolaştığı, sazlıklar arasında kırk gözenin kaynayıp karıştığı koca dağın hemen karşısındadır ilk yıllarımın, çocukluğumun bir tepe üzerine kurulu köyü. Bu akarsu Karasu’dur ama köylüler onu Fırat bilir. Yalnızlık dolu okul aylarımın ardından gelen, coşkulu kalabalık, iş içinde insanlar, imece, ekinler, üretim, ağaçlar, meyveler, türküler… demekti köyüm. Yaz oldu muydu ekinlerin yanı sıra bütün bacalar, bir bir yarılıp güneşe, kurumaya bırakılan kayısılardan turuncuya keserdi. Boyanırdı her yan.
Şimdi anılara terk edilmiş iki kerpiç eve bölünürdü günlerim. Biri tepenin yüksekçe yerinde, iki katlı sayılabilecek yüzünü dağın güzelliğine dönmüş, taraçalı bir evdi. Diğeri daracık bir sokağın üzerinde küçücük, ama damındaki akşam yarenliklerine doyum olmayan ev. Çevrelerindeki harktan hiç eksik olmayıp akan suyun ve hark kıyısına sıralı kavakların dingin şırıltısı, hışırtısı; dolaşıp dolaşıp gelip ocağın başına kurulan sarı kedinin mırıltısı hala kulaklarımdadır. Mayıs kokusu, hayvanların, böceklerin kuşların bazen telaşlı, bazen bitevi, iz bırakan sesleri. Büyükbabalarımdan birini yitirdiğimde çok küçüktüm. Çocukken daha iyi anımsadığım güleç yüzüyle bir fotoğrafı var. Diğeriyle uzun söyleşmelerimiz olduydu. Trakya sınırındaki iki yılı aşkın askerliğinin ardından yine yıllarca süren, İstanbul’da çalışma dönemi. Ama hepsinden çok seferberlik yıllarından, kıtlıktan, açlıktan, güneye göç edişten, 93 Harbinden, Rus işgalinden, Ermeni komitacıların acımasızlıklarından, Türklerin yaşadığı kötülüklerden, ardından yine Ermeni ailelerin yüz yüze kaldığı acılardan konuşurduk. Daha doğrusu o anlatır ben dinlerdim.
Beni adeta bir ışık gibi çeken kalabalık çoğu gençlerden oluşan akrabalar ve diğer köylülerimdi. Ve onca işe karşın evlerde okunur, okunurdu; bağlamalar çalınır, türküler birbirine eklenir, resimler yapılırdı. Orhan Kemal, Yaşar Kemal, Fakir Baykurt, Talip Apaydın, Osman Şahin, Tolstoy, Dostoyevski, Mihail Solohov, Maksim Gorki, Jack London,… o günlerde düşlere götüren sayfalarından selamladılar beni. Hem romanlara, şiirlere, düşünce kitaplarına, sanata; hem de türkülere ilgim o zamana dayanır. Bağlama çalmayı kucağıma zor sığan bir divan sazıyla yine o günlerde öğrendim. İlk türkümü de hiç unutmam. Bir Karacaoğlan türküsü: “Bir yiğit gurbete gitse / Gör başına neler gelir…”
Coşkun yağmurlar sonrası bereket kokusudur köyüm. Yüksek peykeler dibinde dinlediğim anlatılar, destanlar bilincimin derinliklerinde yer etti. Bugünkü ben de oyum, o yalnız çocuğum. Hâlâ derin söyleşilerde dinlemeyi konuşmaktan çok severim.
Babam öğretmendi. Bu çok yer görmek, sürekli göç demek. Gurbet yollarına düşeceğim çalmayı öğrendiğim ilk türküden belliymiş. Çocukluğumun ikinci kentinde karla kaplı ovaların sonsuzluğu sindi yüreğime. Her şey ne kadar da uzaktan duyulurdu. Köylerine giderdik o kentin, soluklarının ayaza karıştığı güçlü atların çektiği kızakların sırtında. Hava kar aydınlığına boyanır, bir türlü kararmazdı. Ve yılların akışı içinde kırların ortasında sürüp giden yollar, Cemal Süreya Ustanın görmeden adına o güzelim şiiri yazdığı serhat kentinden, uzun surları ancak Çin Seddi’yle yarışan güney kentine, ardından genişliği ülkelerle kıyaslanan o Selçuk kentine, kısa bir süre sonraysa üniversiteyi okuyacağım, ekmek tutacağım söylen kentine ulaştırdı. Askerlik dönüşü ilk rastladığım iş ilanlarından biriyle ilgilenmem sonucunda girdiğim kurum ilginç bir rastlantıyla bir tarım kurumuydu.
Kavaklar, Vagonlar, Silolar
Ekonomi okumuştum; işim nerede çiftçiden, köylüden tahıl alınıyorsa muhasebesini yapmaktı. Ver elini Haymana’nın, Çukurova’nın, Çorum’un, Giresun’un, Ordu’nun, nice yıllarımı geçireceğim yerleri. Burunsuz, Karacaören, Oyaca, Kargı, Osmancık, Erzin, Hacıhamza, Osmaniye, Yeniköy, Ayaş, Tepeköy, Eynesil, Görele… Çok ama çok iş olurdu. Tahıldan tepeler oluşurdu. Kamyon, traktör sırasının sonu görünmez, kıvrıla kıvrıla uzardı. Köylüyle kısa sohbetlerimiz, onları soruları genellikle buğdayın, arpanın, çavdarın… fiyatının ne olacağının tahmini üzerineydi. Gözlerimiz o kadar uzun zaman siloyla, yığınla, kamyonla, kantarla, (eğer trenin geçtiği bir yerse, bunlara uzayıp giden demiryolu ve vagonlar da eklenirdi) buğdayla, arpayla, çeltikle, fişle, çekle, helezon denen tahıl aktarıcısıyla dolardı ki bir kasabanın, hele de kentin kalabalığına karışmak büyük bir gereksinim durumuna gelirdi.
Köyler vardı, ağaçmış, yeşilmiş koyduysan bul. Köyler de vardı, yeşil mi yeşil, bakımlı mı bakımlı. Her şey insanda başlayıp insanda bitiyordu. Osmaniye’nin Yeniköy’ünü hiç unutmam. Bilge insan Atatürk’ün kurdurduğu söylenirdi. Ağırbaşlı, oturmasını kalmasını bilen has bir insandı muhtarı. Yorgunluğun çöktüğü bir iş bitiminde, akşam vakti muhtarım bizi köydeki düğüne götürdüydü. Yerel giysiler içinde, davuluyla, zurnasıyla, bedeniyle sık rastlanamayacak bir uyum içindeki insanların, tarihin derinliklerinden bilincimize ulaşan dengeli, vakarlı dansı, coşkusu unutmadığım anılarımdandır. Belleğimde daha derinde yer edense o güzel köyden ayrılmamıza yakın aldığım, o köyden bir genç kızın ölüm haberidir. Görmemiştim, tanımamıştım ama bu haber Melih. Cevdet. Anday’ın şiirindeki gibi, bir çığlık gibi düşmüştü ardıma.
Doğduğum karaya dönersem, ilk köyümün yeri değiştirildi, aşağısındaki düzlüğe taşındı geçen zaman içinde. Tepe üzerindeki kerpiç evler öylece, ıssızlıkta durur şimdi. Daracık sokaklarında yüzlerce yıllık yaşanmışlık dolaşır. Yine gün doğar orada, yine gün batar, yağmur yağar… Yeni yerinde o ilişkiler yok. Tomruklar üzerinde saatlerce yarenlik edilmiyor, saz çalınmıyor artık. Geçim zorlamış, toplumsal sarsıntılar, milatlar zorlamış ya bir kez, büyük kentlere, Avrupa’ya göçler hiçbir şey bırakmamış. Kalanlarsa eski günleri anarlar aralarında. Pırıl pırıl yıldızların yere indiği kısa gecelerde.
Pavese son döneminde, belki bir on beş yıl özüne kıymak düşüncesiyle yaşamış. Hatta bu düşüncenin yanlış olduğunu yazmış güncesine. “Yaşama uğraşı” içinde direnmeye, ayakta kalmaya, tutunmaya çalışmış var gücüyle. Ama insanlık savaşlar, yıkımlar, çöküntüler içindedir. Paylaşımcıların, sırtlanların, kanla beslenenlerin acıması, insanlığı yoktur. Pavese birey olarak özlemlerine, arzularına, isteklerine ulaşamaz. Öyle devasa şeyler de değildir bunlar oysa. İnceliklidir, duyarlıdır. “Ölüm gelecek ve senin gözlerinle bakacak / sabahtan akşama dek, uykusuz, / sağır, eski bir pişmanlık / ya da anlamsız bir ayıp gibi / ardını bırakmayan bu ölüm. / Bir boş söz, bir kesik çığlık, / bir sessizlik olacak gözlerin: / Böyle görünür her sabah / yalnız senin üzerinde / kıvrımlar yansıtırken aynada / Hangi gün, ey sevgili umut, / bizler de öğreneceğiz senin / yaşam olduğunu, hiçlik olduğunu. // Herkese bir bakışı var ölümün. / Ölüm gelecek ve senin gözlerinle bakacak. / Bir ayıba son verir gibi olacak / belirmesini görür gibi / aynada ölü bir yüzün, dinler gibi dudakları kapalı bir ağzı. / O derin burgaca ineceğiz sessizce.” (Çeviri: Kemal Atakay) diye yazar bir güzelim şiirinde. Nasıl da yalın ve doludur imgeleri. Ve bir gün gelir ve bakar ölüm. 27 Ağustos 1950 günü bir otel odasında uygu hapıyla kendine kıyar. Torino’nun Santa Stefano Belbo köyünde başlayan bu yaşam; daha nice güzel, etkili, zekice yapıt yaratacakken, kırk iki yaşında, bir zamanlar karşı çıktığı biçimde son bulur.
telgrafhanesanat.org
Yorum Kapalı.